İSTANBUL, RAMAZAN, CAMİ VE KADIN

16 Temmuz 2013

İnsanların, ancak takva ile birbirinden ayrıldığına, -bazı istisnalarla birlikte- hemen tüm emirlerin, kadın erkek demeden “tüm iman edenleri” ve/veya “tüm insanlığı” muhatap aldığına iman ettik.

Bununla birlikte, ömrü büyükşehirlerde geçmiş ve bu ömrün kırk yılını, İstanbul’un tam da ortasında yaşamış biri olarak,  hele ki Ramazan’da, şehirde yaşayan  “dindar kadın” olmanın ayrı bir özen, duruş ve hepsinden önemlisi çaba gerektirdiğini yazmadan edemeyeceğim.

İstanbul’da, şehirde dindar bir kadın olarak var olmayı anlatmaya kırk yıl öncesinden başlamalı… Çünkü, tıpkı insanlar gibi şehirlerinde hafızaları vardır. Ve yıllar içinde damıtıp getirdiklerini sunar insanoğluna.

Bundan tam kırk yıl evvel İstanbul’un mahalle camilerinde Ramazan, mukabele ve teravih arasında geçerdi. Özellikle de kadınlar için…

Beşir Ayvazoğlu’nun şiir gibi anlattığı, Divanyolu ve Divanyolu’nun Peykhane sokakta, Keçecizade Fuat paşa Camiinde,  bir çocuğun gözlerinde, Ramazan tanıklığında, mukabele ve teravihler vardı. Dönemin İstanbul’unda semt camilerinde Ramazan’ın ayrı bir ritüele, ayrı bir özene sahipti.

Öğle ve ikindi namazı arasında, kadın cemaate okunan mukabele ve daha sonra teravih namazı. Mukabele okumaya birden fazla hoca gelir,  her birine ayrı bir özen ve ihtimam gösterilirdi. Fakat içlerinden birine biraz daha fazla özenli davranılırdı.

O dönemin ünlü kadın hafızlarından, Safiye Hoca Hanım, (aslen Siirt’li olması hasebiyle, namı diğer Arap Safiye) sesi çok güzel olmakla beraber, gerek kıyafeti gerekse hal ve hareketleri ile o günün İstanbul’unun, “şehirli dindar kadın” namına önemli bir figürüydü.

Pardösüsü ile elbisenin aynı kumaştan ve aynı desen olabileceğini ilk kez O’nda gördüm. Hal, hareket ve tavırları, el yüzü bakımı, sade takıları ile tam da bir şehirli kadındı. 70’li yılların başında dindar kadınların dahi etek boyları dizlerinin biraz altındaydı. Çünkü şehir, Anadolu’dan göçüp gelenlerin dışında dindar kadın kimliği ile yeni yeni tanışıyordu. Safiye Hoca Hanım’ın, Şule Yüksel, İnci Beşoğlu ve diğer çağdaşlarından farkı, dindar kimliğinin yanı sıra, icra ettiği mesleğiydi.

Cemaatin kadın cemaatinin, kahir ekseriyeti mukabelede, tüm hocaları dinlese de bazı hocaların özel cemaati vardı. Mesela Arap Safiye’nin… Bazı kadınlar sadece O’nu dinlemek için gelirlerdi ve caminin cemaat profili de değişiverirdi. Hocalar mukabeleyi, mihrapta oturdukları birer minderin üzerinde okurlardı. Safiye Hoca Hanımın cemaati gibi minderi de özeldi. Okuma sırası O’na geldiğinde, daha O camiye gelmeden mihraptaki minder değiştirilir ve O’na göre vaziyet alınırdı. Kendini bu işe vazifeli bilen kadınlar vardı, tatlı bir telaş ile değiştirirlerdi minderi.

Kırk yıl evvel de Ramazan, tıpkı bugünkü gibi yazın uzun günleriyle haşır neşirdi.  Bu yaşta geldim hala o çocuk günlerimden kalma iz ile Ramazan denince hep uzun yaz oruçlarını ve yaz Ramazanlarını hatırlarım.

Ozon tabakası daha bu kadar delinmemişti belki ama mevsim yine yaz ve hava yine çok sıcaktı.

Hem cemaat, hem de Hoca Hanım bunalırdı ve dış örtüler biraz serbestleştirilir, Hoca Hanıma hediye edilen iğne oyalı beyaz örtü konulurdu başına ve kollarına…

Okunandan mı okuyandan mı anlayamam ama Arap Safiye okudukça mest olan, kendinden geçen kadınlar bilirim. Davudi sesi, caminin mermerlerine çarparak adeta dans ederdi.  Cami küçük malum,  Safiye Hoca Hanım, sesiyle kocaman gelirdi o küçücük camiye…

Hayal meyal hatırlarım, arada ilahi ve kasidelerin söylendiğini ve kadın cemaatin biraz daha cezbe geldiğini.

Ramazan dışında on bir ay camide hiç görmediğim kadınlar görürdüm, mukabelede. Büyükçe bir kısmı sadece Arap Safiye’yi dinlemeye gelirdi. Kaç yıl o camide mukabele okudu bilmem ama çocuk günlerimin Ramazanında, şehirde dindar kadın, hoca kadın, ilk Arap Safiye’ydi.

Ramazan 29, 29 mukabele ve 29 teravih…

Teravih namazı cemaati ise ayrı, bambaşka bir profildi. Alt katta birkaç sıra olan erkek cemaatten hiç de eksik kalmayacak kadın cemaat, üst katta, adeta üç locaya bölünmüş yerde kılarlardı teravih namazlarını.

Kadınların yanlarında bazen koşturan, bazen ise uyuyakalan çocuklar…

Ondandır ne zaman bir camide çocuk koşturmacası, çocuk kahkahası duysam, kırk yıl geriye gider içimdeki çocuğu uyandırıveririm.

Camide çocuk sesleri rahmet ve berekettir, daha da önemlisi umuttur, geleceğe dair. Ne zaman camiye sokulmayan veya ses çıkardığı için hafiften de olsa azarlanan çocuk görsem hüzünlenir, bu dinin, yarın ki emanetçilerine haksızlık edildiğini düşünürüm.

Tıpkı mukabele cemaati gibi teravih namazına gelen kadınların da aralarında, adı konmamış, sessiz bir mutabakat vardı sanki. Arada sırada gelen veya değişenler hariç daimi cemaatin yeri belliydi.  Oturarak kılan o yaşlı teyze, hemen her gün küçük kızıyla gelen mahalle sakini kadın hep aynı yerde saf tutardı. Ezkaza gelemeyen olursa, merak edilir, bilenlere sorulurdu.

Fuat Paşa Camiinde mukabele cemaati hocaların bugünkü anlamda “fan klüplerinden” oluşurdu adeta. Uzak yakın demez sevdikleri hocalarını 29 Ramazan dinlemeye gelirlerdi. Buna mukabil teravih namazı daha çok mahallede oturan sakinler ile bir alt sokakta bulunan İstanbul Adliye’sinin  çalışanları gelirdi. Adliye’de çalışanlar mesaiyi uzatıp iftara da kalmışlarsa teravih namazı Fuat Paşa Camiinde kılarlardı. Üst kademe adliye mensubu az sayıda fakat vardı.

Şehri, Ramazan’ı, camiyi anlatırken, imamını anlatmamak olmaz. Çünkü imamlar, caminin “cem olunan yer” olmasındaki kilit kişilerdir. İmamın mesleğine olan aşkı, şevki mutlaka cemaatte karşılığını bulur.

Fuat Paşa Caminin İmamı Hafız Bilal, “Peygamber vekili” olmanın ağırlığını, sorumluluğunu ve mutluluğunu daima hissetti ve hissettirirdi. İmamlık yaptığı caminin hem bahçıvanı, hem su motorunun tamircisi olmaktan hiç yüksünmez, bilakis camiye çok yönlü hizmet ediyor olmaktan ayrı bir keyif alırdı. Hoş sohbet bir adamdı, esmer yanık tenli olmasına rağmen, güler yüzü, tatlı dilli, O’nda ayrı bir muhabbetin hasıl olmasına vesile olurdu.

 41 yıllık meslek hayatının ilk İstanbul deneyimini, 14 yılını burada vazife yaparak geçirdi.

Prensipleri vardı, camiye hizmeti önde tutardı. Zaman zaman ihtilafa düştüğü insanlar bile O’nun prensiplerinin ve tıpkı vekili olduğu Peygamber gibi “emin” olmasının hakkını teslim ederlerdi.

İmamlığının yanı sıra hafız hocasıydı Hafız Bilal, civar hafızlık kursundan daimi talebeleri her gün gelir, derslerini hocalarından alırlardı. Talebeleri için sert görünse de ayrı bir yeri vardı Hafız Bilal Hoca’nın. Halden anlardı çünkü. Kuran Kursu talebeleri, kaçak göçek oynadıkları futbolu, ilk kez Hafız Bilal’in desteğiyle, spor ayakkabıları ve belirli teneffüs saatlerinde, huzur içinde oynadılar.

40 yıl evvel, İstanbul Divanyolu Peykhane sokakta Ramazan, Hafız Bilal, Arap Safiye ve uzun yaz günleri demekti.

Ramazan ayında şehirde dindar bir kadın olmak, ayrı bir özen ve ayrı bir nizam istiyor.

Bugünün şehirlerinde, bugünü yaşayan, dindar kadın olmak ise apayrı bir deneyim ve bir başka yazının konusu…

Hayırlı Ramazanlar…