“HAK” NEREYE AİTTİR?

27 Aralık 2010

“Hak arama” söylemlerimiz, referans noktalarımız ne yazık ki aidiyetlerimizle belirleniyor.

Kürt sorunun konuşurken etnik köken, başörtüsü sorununu tartışırken “din” üzerinden, öğrenci eylemlerini konuşurken sol pencereden sahip olduğumuz aidiyetlerle tanımlıyoruz haklarımızı…

“Hak” ne yere aittir?

Hangi etnik kökene, hangi dine veya dinsizliğe, hangi mezhebe aittir?

Köye mi, şehre mi, sağa mı, sola mı?

Hakkın aidiyetini tanımlamak, tarif etmek zorunda mıyız?

Hakkımızı aidiyet, mensubiyet referansı göstererek aradığımızda, bir hiyerarşiye de izin vermiyor muyuz?

Aidiyetlerle tanımlanan “hak”, zaman içinde aidiyetlerimiz değişince kıymetini kaybedecek mi?

“Hak” insana aittir ve doğumla başlar.

 “Hak” insanın var olduğu her yerde, referans noktası aranmaksızın sadece bireyin varlığı üzerinden tanımlanmalıdır.

Yaşlı bir kadın başörtülü olduğu için doktoru tarafından “başı açık fotoğraf getirmesi” için zorlandığında, insanın –hasta hakkı- ihlal edilmiştir aslında. Ama biz tartışmayı siyasi gündemden de güç alarak başörtüsü üzerinden yaptık.

Keza Türkçe dışında başka dil bilmeyen yaşlı kadının doktoruna derdini anlatamaması ve tercüman kullanılmaması da Kürt sorunu kadar – hasta hakkının- konusudur.

Her iki durumda da temel insan hakları altında tartışmayı sürdürmemiz gerekmiyor mu?

Hasta hakları üzerine kıyasıya politika yapan, hararetle meclis kürsüsünden savunan bir siyasetçi gördünüz mü?

Etnik köken, cemaat, din vs üzerinden yapılan tüm hak arama mücadelelerinde gündeme bağlı sübjektif değerler çıkarıyor önümüze. Ve kısır tartışmalara mahkûm oluyoruz.

Babamızın kim olduğu, damarlarımızda akan kanımız, siyasi veya dini tercihlerimiz bizim için özelde kıymetli olabilir ama “hakkın” tanımında  “insan” olmanın üzerinde yer almamalıdır. Söylemlerimizi, insanın sadece “var” oluşu ve sağlıklı yaşam sürmesi üzerine geliştirmeli ve siyaseti de girdiği çıkmazdan, günübirlik tüketimden kurtarmalıyız.

Babasının kim olduğunu bilmediğimiz, sokakta bulduğumuz bir çocuk, hiçbir eğitim almadan, hiçbir yere ait oldan, ümmi ve yapayalnız yaşamını sürdürdüğünde, ihlali halinde “hakkını” kim, hangi zeminde savunacak?

Farklılıklar referans noktası olmaya başladığında gündeme göre hiyerarşi yer değiştiriyor.

Farklılığı zenginlik olmaktan çıkarıp, “kendin olarak” bir arda olmanın kıymetini ve bereketini gözden kaçırmış olmuyor muyuz?

Biz tartışmayı popüler siyasetin gündemiyle ortak zemine oturtunca, maalesef tartışma daha “şehvetli” oluyor ve ne yazık ki siyasette bu şehvetten besleniyor.

Popüler siyasetin hararetini de bazen başörtüsü, bazen etnik siyaset söylemleri yükseltiyor.

Sosyal bilimciler bana kızacak, yine topu onlara attığım için.

Ama sosyal bilimin, felsefenin, sosyolojinin, sosyal psikolojinin, hukuk felsefesinin tartışacağı konuları popüler siyaset tartışınca işte bugünkü kakafoni oluşuyor.

Farklıklarımıza atıfta bulunmadan, sadece “insan” odaklı, ortak bir “hak arama” dili oluşturmalı ve yeni şeyler söylemeliyiz.

21. yüzyıl bizden bunu bekliyor kanaatindeyim…