Benim içinde yeşerdiğim orta sınıf, muhafazakâr mahallenin kadınlarını hala “kadınca” anlatan yeterince ses yok. Genelde de “kadın ihtisası” bu kesimin erkeklerinin veya bu kesime “komşuluk hukuku” ile bakanların elinde.
Muhafazakâr kesim için, “kadın hakları” konusunda, önce erkeklerin “hidayete ermesi” belki de doğaldır. Çünkü okullar, düşünce iklimi, önce onlara açıktı. Biz kadınlar haklarımızı bileceksek de önce erkeklerimiz bilecekti. Bu arada da, eğer ev içi saltanatlarından vazgeçmeyi göze alabilirlerse bize öğreteceklerdi. Çünkü benim bildiğim “ilim kadın ve erkek herkese farzdır” emrinin onlara düşen kısmı çoktan yerine gelmişti. (Eh! Biraz da üzerimize bastılar ise ne var canım(!)bunda). Biz de elimizi hamurdan, bulaşıktan çıkarıp ilim irfan peşine düşseydik (!). Hal böyle olunca da erkeklerimiz “bacılarına” -tere- satmaya başladılar.
Bununla birlikte, “sosyal devşirme” kadın ve erkekler (bu tabiri olumsuz anlamda veya istihza için kullanmıyorum. Bir sınıfa ait olup da muhafazakâr sınıfta yaşamını sürdürenler için bir tespit olması hasebiyle kullanıyorum) kökenlerinde aşina oldukları “kadın meselelerini” bir anlamda “çeviri yöntemiyle” yeni çevrelerine üstenci bir tavırla, tanımlamaya çalıştılar.
Önce “Ey! Kadınlar haklarınızın farkında mısınız?” diye “sosyal komşuların” şehirli kadınları seslerini yükseltti. Çünkü Avrupa’yı, Amerika’yı bizden evvel onlar görmüşlerdi.
Anneannelerimiz, annelerimiz daha ne olduğunu anlamadan, “bizim mahallenin” erkekleri, iyi bir zamanlama ile “bacılarına” haklarını anlatmaya başladılar. Hatta İlahi kaynaklar gösterdiler. “bebeğine kırk günden fazla süt emzirme, hatta yemek, temizlik gibi ev işleri yapma zorunluluğu” olmadığını hep erkeklerinden öğrendiler. Çünkü “bizim mahallede” bunları bize anlatacak kadınlarımız yoktu.
Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki; ev işi yapma zorunluluğumuz olmadığını son çeyrek yüzyılda keşfettik, yüzyıllardır atalarımın kadınları “iyi kadın” olma uğruna “ev işlerinde” -üstelik yıpranma payı olmadan- ve tekaütlerini de göremeden göçüp gittiler.
Yine yaman bir çelişkidir ki; ev işi yapma, çocuğu emzirme zorunluluğu olmayan atalarımın kadınları, kocalarına “of” bile deme özgürlükleri olmadan, haklarından bihaber yaşadılar.
“Ev işi yapma zorunluluğumuz yok” ama ne hikmetse hala ev işlerinin birinci ve ikinci vardiya sorumluları biziz. “Ev işi yapma zorunluluğumuz yok” ama biz öyle çok seviyoruz ki, kocamızın gömleklerini, çoraplarını, çarşafları, tülleri ütülemeyi (!) bir tek “ev işleri hakkımız, söke söke alırız” demediğimiz kalıyor. Ya ölümü görüp, sıtmaya razı edildik veya alenen “tufaya geldik”, (maksadımı bu argo kelimeden daha iyi anlatanı kelime bulamadığım için özür dilerim) bilemiyorum.
“Amenna ve saddekna” hayatın her alanında olduğu gibi, kadın konusunda da Kur’an inanalar için rehberdir. Ama “ilim, kadın erkek herkese farzdır” emri, kadınlara şamil olmadığı süre içinde biz kadınlar, erkek âlimlerin, erkek egolarından fırsat bulduğumuz oranda, haklarımızı bileceğiz, gibi görünüyor. (İyi niyetli birkaç müstesna âlimin hakkını da yemeyeyim). Çünkü erkek egosu, söz konusu olan kendi “sosyal saltanatları” olunca “bilim ahlakını da” bir kenara bırakılabiliyor.
Buradan megaloman bir anlam çıkmasın. “Bizim kadınları en iyi ben ve benim gibi kadınlar bilir” kabilinden. Tek maksadım, Nasrettin Hocanın hesabı “damdan düşen” olarak sesimizi duyurabilmek.
YAKIN TARİH
Bizim mahallede kızlarını zorunlu eğitimin dışında da okutma geleneği 80 yıllarda başladı.
Önceleri, anne babaları bizim ailelerimiz gibi muhafazakâr olan, fakat kılık kıyafet seçimi bizden farklı olan “sosyal kuzenlerimiz” okullu oldu. Aileleri, bizim ailelerimizden evvel, muhafazakârlığı farklı yorumlamaya başlamıştı bile…
İmam Hatip Liselerinin de kızlara açılmasının okullaşmamızın payını yadsıyamayız. Kısacası “bizim mahallenin” kızları da dönemim “yeşil kuşak” projesinden nasibini aldı. Kızını öğretmen, doktor, eczacı olarak görmek isteyen, orta sınıf muhafazakâr aileler için İmam Hatip Liseleri önemli bir geçiş süreciydi. Çünkü toplum, aynı çağda yaşamakla beraber “çağdaşlığı” tekelinde tutanlar ve aynı dine inanmalarına rağmen “dindarlığı” tekelinde tutanlar olarak, belirgin bir şekilde ayrılmıştı.
Önce babaları veya anneleri destekledi onları. Belki de tek başlarına bu kadar cesur olamazlardı. Liseli, ardında da üniversiteli oldular. Eğitim sürecinde rekabeti yakalayanlar zaten “mahalle baskını” aşan ailelerin kızlarıydı. Gelin görün ki; bir mahallenin baskısına baş kaldırırken bir başka mahallenin istenmeyeni olmuşlardı.
Evlilik hayatlarına da yansıdı bu değişim. Görücü usulüyle değil, daha çok okul veya iş arkadaşlarıyla evleniyorlardı.
Belki de mesafeyi kapatma adına bazıları, toplumun bugüne kadar dayattıklarını bir “devrimci” edasıyla yıkmak için epey çabaladılar. Hem başörtülü, hem “devrimciydiler”. İnandıklarıyla beraber, özgürlüğü, birilerinin dayatması değil, kendilerine özgü yeni, ara modellerle yaşamak istediler. Zaman zaman da yalpaladılar. Ne bilinen anlamda “feminist ve çağdaştılar” ne de “İslamcı”(üç kelimeyi de bilinen anlamıyla kullanıyorum, yoksa her üç kelimenin de benim için anlamları bilinenin çok dışında. Ayrıca, bu kelimeler farklı mahallelerde farklı anlamlar ve yükler taşır.)
Bizim mahallenin kızları önce babalarından, okuryazar ağabeylerinin öğrendikleri hayatı, okulla tanıştıktan sonra kendileri yorumlamaya başladılar. Fakat ne yazık ki; “Ne İsa’ya ne Musa’ya” durumunda olmaktan da kurtulamadılar.
Babalarını, annelerini ikna edip veya baş kaldırıp girdikleri okullarda bu defa başka bir duvara çarptılar. Piyon, olmak istemedikleri hayatta hep birileri onları “diğer tarafın” piyonu olarak gördü. Aslında tek istedikleri “kendi hayatlarının” karar vericisi olmak, şoför mahallinde oturmaktı.
Kadın haklarını hararetle görünür alanda savunanlar dahi, kıyıda köşe de “bizim kızlara” ikincil bir dil ve istihza kullanmaktan geri kalmıyorlardı ne yazık ki. Tıpkı erkeklerin ördüğü duvarı aşıp öteki tarafa geçen kadının, “erkekçe” tepki vermesi gibi… “Örtüyorsun ama daha modern giyin.”, “Kebapçı kültüründen kurtul.” “Caz da dinlemek lazım...” Kabilinden üstenci nasihatler aldılar.
Gerek “komşu mahallenin” erkekleri ve kadınları, gerekse “bizim mahallenin” erkekleri, genel de güncel tartışmada yükselen değer olduğu için “bizim mahallenin” kızların pek koruyup gözettiler. Lakin monitörler kapanıp, doğal duruş ortaya çıkınca rekabette hep kaybeden “bizim mahallenin” kızları oldu. Kâh prezantasyona takıldılar, kâh –her iki mahallede de- “mahalle baskısına”. Kendi hak ve isteklerinde dahi, dinlenmediler. Ya da sesleri yeterince çıkmadı. Daha samimi ve gerçektiler. Fakat “Ben sizden değilim ama bu böyle olmaz” diyen, “komşu mahallenin” üstenci kızları daha da iltifat görür oldu.
87 yılına kadar üniversitede başörtüleriyle okuyabilenler, bu defa iki mahallede de hemen aynı şiddetle yaşanan “istihdam” engeline takıldılar. Lakin eskiler “Ev danasından öküz olmaz” derler ya. Yine olmamıştı. Mahallenin ağabeyleri işyerlerinde yine kendi “bacılarını” çalıştırmıyor, diğer mahallelerden devşiriyorlardı. Koca koca okulları bitirdiler ama işsiz kaldılar. Hatta bazıları, “Türbanlı kızlar bizim okulları kazanacak puanı alamıyor” denmesine rağmen, adı geçen okulları 4.00 la bitirdiler. Ama diploma notları, hayalet muamelesi gördü. “Mülkiyeli olmak” nasıl bir farklılıktır yaşayamadılar. Aynı okulu bitiren erkeklerin hatırı sayılır kısmı kaymakam olmanın, kızları da “kariyer ve çocuk da yapmanın” dayanılmaz hafifliliğini yaşarken, onlar “iyi bir eş” “iyi bir anne” (her iki tabiri küçüksemek için değil, dar alanı ifade etmek için kullanıyorum) olmakla yetinmek zorunda kaldılar. Yetinemeyenler de öğleye kadar uyudukları günün, kalan yarısıyla hayatta kaldılar.
Cesur olanları özellikle sivil hayattın duvarları aşmayı başardı. Hem erkekler, hem de hemcinsleri ile ortak, sivil paydalar bulup, hayata kendilerinden bir şeyler katmaya çabaladılar. Konu iş eksenli çalışma olunca kimse başarılarını inkâr edemedi. Çünkü işlerini en iyi yapmak zorundaydılar. Bununla birlikte, eşitler arasından tercih edilmeyen olmayı da tecrübe ettiler. Kimi özel sektörde tırnaklarıyla yer açarken, küçücük bir azınlığı da, kendi işini var etmeye çabaladı. Ama hala üzerlerindeki cam duvarı hissetmeden günleri geçmiyor. Bu da onların imtihanı…
80’li yıllardan bu yana çeyrek asır geçti. İnsan, 25 yılın insan hayatında uzun fakat toplumların hayatında kısa olduğunu tecrübeyle görüyor. Belki de, 50 yıl sonra torunlarım yazdığım bu yazıyı okuduğunda hayretle karışık tebessüm içinde olacaklar. (Tüm kalbimle diliyorum.)