BABASIZ KIZLAR, KANATSIZ KUŞLAR GİBİDİR

Adam gibi adam, imam gibi imamdı, Düzce’li Hafız Bilal Gündoğdu.

Sığınacak limanım, yıkılmaz kalem, rehberim, pusulam, babamdı.

 

Kuran tek rehberi, yüreği tek kuvveti olan bu adam, ilk Kuran hocam, hayat rehberimdi.  

 

Diğer kızlar için, babalarının nasıl ulaşılmaz olduğunu, ben hiçbir zaman anlayamadım. Benim için baba, elini uzatınca tutuverdiğim, hep yanı başımda dost, yoldaş olandı.

 

Benden önceki iki çocuğun ağır sağlık problemleri ile doğup, sadece birkaç ay yaşadığı için erken tatmıştı evlat acısını… Sağlıklı bir evladın ne büyük bir nimet olduğunu iyi bildiğinden, bir nimete nasıl muamele edilirse, bana da hep öyle muamele etti. Allah 50 yaşından sonra O’nu evlat acısıyla bir daha sınadı ve 19 yaşındaki kız kardeşimi, 24 yıl evvel karlı bir Ocak ayında birlikte toprağa verdik.

 

Kendini bildiği ilk yaşlarından itibaren ilim aşığı olan babam, hafız hocası olan dedeme yalvara yalvara hafızlık yapmış. Yokluk sadece, babamdan 6 yaş büyük amcamı okutmalarına izin veriyormuş çünkü. Ama babam azmiyle, yokluğu da, dedemin çaresizliğini de yenmiş. “İlmi dileyene veririm” emri, böylece babamda tecelli etmiş. 

Küçük şehirde yaşamak, istediği gibi ilim sahibi olmasına yetmediğinden, ben daha birkaç aylık bir bebek iken, sadece kızını okutabilmek için, beş ayrı sınava girerek İstanbul’a tayin olmuş. Bundandır ki, ben küçücük bir kızken bile ailemin “göç” sebebiyim.

 

BABA OKULU

 

Kuran’ın sadece mezarlıklarda okunmak için inmediğine, dinin sadece imamların mesleği olmadığına, her ne iş yaparsak yapalım, orta yoldan şaşmadan, şehrin tam ortasında da dindar yaşanabileceğine inandı. Ve öyle yaşadı…

 

Hafızlığın verdiği kuvvetle, yakın tarihi, Adnan Menderes’i, ihtilali, gün ve saatle anlatırdı. Ayhan Işık’lı Yeşilçam’ı, Tercüman Gazetesinde Ahmet Kabaklı’yı, sahilde simit çayı ilk O’ndan öğrendim.

 

İlk namazı O’nun arkasında kıldım, ilk mukabeleyi O’nda dinledim. Ezan ve Kuran O’nun sesiyle zihnime mıh gibi çakıldı. İlmin zekâtını vermeyi, camideki yaz kurslarında babama kalfalık yaparak öğrendim.

 

Kendimi bildiğim ilk mektep, O’nun rahle-i tedrisiydi ve ölene kadar da devam etti. İlmin kıymetini, iyiyi, doğruyu, tevazu ile eğilmeyi ama namerde boyun eğmemeyi, yılmamayı, akletmeyi, “er kişi” olmanın sıfatla değil, yürekle olduğunu, mazlumun yanında, zalimin karşısında olmayı, hep O’nun şahsından görerek öğrendim.

 

Hiçbir şeyi sadece sözle anlatmadı. Kulaklarımla duyduğum her doğruya, şahsında gözümle şahitlik etmemi de sağladı. Ondandır ki, ben ve kardeşlerim hep yaşıtlarımızdan büyük olduk.

 

Kur’an aşığıydı, küçük bir köyden çıkıp İstanbul’un orta yerinde, yaşadığı ve daha sonra bizim yaşadığımız, tüm nimetlerin Kuran’ı hıfzetmesinin tecellisi olduğuna son nefesine kadar iman etti ve şükretmeyi asla ihmal etmedi.

 

Daha fazlasını istemeden evvel, var olanın hakkını vermeyi öğretti bize.

 

Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu, kendin için istemediğini başkası için istememeyi, amme hakkını, göz hakkını, kul hakkını… daha küçücük bir çocukken O’ndan öğrendiklerimizdi...  

 

Allah’tan başkasından korkmamayı, Allah’tan başkasından istememeyi,

Vermeyi, verirken çoğaltmayı, sevmeyi, muhabbeti,  hoşgörüyü, tevazuu ile özgüven arasındaki ince çizgiyi, hep O öğretti.

 

KUR’AN AŞKI

Çemberlitaş, Çarşıkapı, Mercan, hep ticaretin tam orta yerindeki camilerde görev yaptı. İstanbul büyük ve zor şehir, bir de üç çocuk… Pek çok meslektaşı camiden kalan vakitlerinde, ek iş, ticaret yapıyordu. Hafız Bilal, (üstelik ticarethanesini kapatıp imam olmayı tercih etmişken) “ben peygamber mesleğini icra ediyorum, olur ya ticaret ve parayı severim de camiye, Kuran’a olan hizmeti aksatırım.” endişesi ile asla ikinci bir işte çalışmadı.

 

Tam 41 yıl çok sevdiği Kuran’a hizmet etti. Peygamber mesleğini, layık olabilme mahcubiyeti ve şerefiyle icra etti.

 

İstanbul’un tam orta yerinde, sınıfın tek imam kızı olarak 6 yaşında ilkokula başladığımda, “farklı olmaktan veya farklı olandan korkmamayı, mutlaka kendin gibi ama hep birlikte var olmayı”, özgüveni babam sayesinde tecrübe ettim. Bugün, yaşam tarzı ve farklılıklar üzerine yapılan tartışmaların çoğunu çiğ, çirkin ve çocukça bulmam herhalde bu yüzden. 

 

KÖKÜ MAZİDE OLAN ATİ

 

Aile olmanın ne büyük bir zenginlik olduğunu, kadın ve erkeğin birbirinin hasmı değil “mütemmim cüzü” olduğunu, en az erkek kadar, kadının ve çocuğun da hakkı ve sorumluluğu olduğunu hep birlikte tecrübe ettik.

Annem babamın yükünü hafifletmek için tek mesleği olan terzilikle, evimizin bir odasını atölye gibi kullanarak ev eksenli çalışıyordu. Ütü yapmaktan, toz almaktan hiç gocunmadı babam. Elinde yemek tepsini taşıyınca erkekliğine de zeval gelmedi. Birbirinin sırtına yük olmadan, birbirine sırt vererek nasıl aile olunduğunu hep görerek öğrendim. Eşyanın tabiatı böyleydi bizim için.

Ne gariptir ki, yıllar evvel babam ve annemde gördüklerimi, şimdi diğer kadınların da yaşabilmesi için “kadın hakları” mücadelesi veriyorum. Bugünün erkeklerinin babamdan öğreneceği o kadar çok şey var ki.

 

Hiçbir gerekçe ile körü körüne dayatmalar yaşamadık. Birlikte sorduk, sorguladık… Yaşadığımız şehir ve insanlarla “kendimiz” olarak hemhal olduk… Onun içindir ki “kökü mazi de olan ati” benim için tecrübeyle sabit anlam taşır.

 

Hafız Bilal, sadece biz üç çocuğuna değil, pek çok çocuğa babalık yaptı. Camiye cemaat olarak gelen öğrencilerin delik çorabını, yırtık ayakkabısını, kış günü paltosuzluktan üşüyenin sırtını hep gördü, onların derdini dert edindi. Varsa kendi parasıyla aldı, olmadığında ihtiyaç sahibini mahcup etmemek için, onun yerine çevre esnaftan istemeyi vazife edindi.

 

Hafızlığın kıymetini bildiğinden, hafız yetiştiren Kuran Kurslarına emek vermeyi, bilgisinin zekâtı saydı. Yetiştirdiği talebelerin ruhuna daima çok yakın oldu. Hafızlık öğrencileri, onun desteğiyle, top oynamanın yasak olduğu günlerden, spor ayakkabısıyla top oynamaya terfi etti.

 

İki mahalleden birden baskı görme bahasına, ezberleri, dayatmaları reddedip, sorup sorgulayarak, yaşamayı ilk babamla birlikte tecrübe ettim. Tek bir kalıpla anlatılmak, sloganlarla yaşamak O’na göre değildi. Topyekûn kabullerimiz olmadı bizim. Sorular, en büyük hocamız oldu. Bugün beni ezberlerine aykırı bulanlar, babamı tanımayanlardır.

 

Sadece cami müdavimlerinin değil, tanıdığı herkesin “imamı” olabildi. Sevmeyenlerinin dahi kendinden “emin” olmasının, insan için en büyük sermaye olduğunu babamdan öğrendim. O’na da babasından miras kalmıştı.  

 

Masum zaafları, merakları, insanca heyecanları vardı. 14 yaşında başladığı sigarayı 44 yaşında bir günde bıraktı. Futbolu, Yeşilçam’ı sevmekten vazgeçmedi. Barış Manço’nun ani ölümü herkesi sarstığında, O: “Ne var?” dedi. “Ayhan Işık bile öldü.”

 

BABA GİBİ BİR NİMET…

 

Ne büyük bir nimetle büyümüşüm ben. Bir elimden İstanbul tutmuş, diğerinden Hafız Bilal.

 

Babamdan öğrendiklerim ile okuduğum onca okul ve kitapta öğrendiklerimi terziye koyamaya kalksam, babama haksızlık etmiş olurum.

 

O’nun yokluğunu anlatmaya, tek bildiğim maharetim kalemim bile kifayetsiz kalıyor. Hangi yaşta olursa olsun, bir kız çocuğu babasız kalınca sadece yetim olmuyormuş, kolu kanadı kırık bir kuş gibi biçare kalıyormuş.

 

Dileğim; üç güzel kızımın da babalarıyla böyle satırlara sığmayan hatıralara sahip olması…

 

Canım babam, nur içinde yat.

OCAK / 2011